“SÜPER Ka” LAR / “Klasikleşmenin – Efsaneleşmenin” gücü…

1985 yılıydı. Satrancı yeni öğrenmiş sayılırdım, o günlerde bugünkünden çok daha fazla tanınan  TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’ nin son sayfasında merhum Kahraman Olgaç imzalı bir “Satranç Köşesi” vardı ve bu köşe benim güncel satranç dünyası gelişmelerini takip edebildiğim yegane kaynaktı. “Karpov ve Kasparov” isimlerini ilk defa bu köşede duymuştum; “Anatoly Karpov” ve “Garry Kasparov”. Daha sonralarda yayın hayatına atılan “Satranç Dünyası” dergisi de bu iki “süper Ka” arasındaki soğuk savaş ve siyasi düşmanlıkla harmanlanmış müthiş mücadeleyi biz okuyucularına bütün detayları ile aktarmıştı. İki olağanüstü beyin arasındaki bu mücadele hatırladığım ilk ciddi “taraftarlık” tecrübemdi.

Bahsettiğim bir futbol veya basketbol kulübünün taraftarı olmak değil elbette ki. Daha derinlerde, daha entellektüel anlamda, iki dişli rakip arasında, kendinizle özdeşleştirdiğiniz, adeta kendinizi kendisinde bulduğunuzu tutmak, kendinizi onun yerine koymak, hamleleri beraber yapmak, notasyonlu oyunu takip ederken dahi tahtadaki o savaşı beraber yaşamak. Ben sıkı bir Karpov taraftarı idim. O’ nun kişiliğini, duruşunu, satranç stilini, sükunetini, öngörülebilirliğini çok beğeniyordum.

Karpov – Kasparov örneği taraftarlıkları zaman ilerledikçe hayatın başka alanlarında da yaşamaya başladım, daha ziyade “kültürel, sanatsal ve sportif dünyamla” ilgili idi bu “taraf olma” macerası.

Mesela; F1′ de Michael Schumacher – Mika Hakkinen mücadelesinde “Uçan Finli” benim daimi favorimdi. Bu iki süper hızlı yarışçının 1998-99 sezonundaki mücadelesini bugün dahi tüm detayları ile hatırlıyorum.

Diğer bir örnek olarak ise teniste 2000′ li yıllarla birlikte başlayan Roger Federer – Rafael Nadal mücadelesinde “ekselansları Fed-Ex” tam bir spor fenomeni olarak benim de bir idolüm oldu. Daha öncesinde “Koca” Jim Courier, Pete Sampras’ a karşı  benim tam desteğimi kazanmıştı bir izleyici olarak.

Çok detaya girmek istemiyorum, alanları ve kişileri çoğaltmak mümkün…Futbolda, öncesinde Maradona – Rummennigge, bugün Ronaldo – Messi, müzikte Chris de Burgh  -Sting, sinemada Robert de Niro – Al Pacino. İlgi alanlarımda en zirvede en büyük iki rakip ve her daim tercihim olan sadece “bir tanesi”. Daima “derbi maçı” ve “ezeli rekabet” analojisi…

Asıl değinmek istediğim ise şu; neydi bu şahısları benim gözümde diğerlerinden farklılaştıran? Bugünün dünyasında sayıları çok mu azaldı bu “istisnai yeteneklerin”? Hangi faktörler bu figürleri kendi alanlarında bu kadar güçlü kıldı, birer “klasik”, birer “efsane” haline dönüştürdü? Kendi kişiliğimden neler buldum bu isimlerde?

Yıllardır kafama takılan bu soruya bugün biraz daha net cevaplar verebiliyorum. Evet favorilerimin pekçok ortak özellikleri var; ciddi bir “iç güç” barındırıyorlar, bu güçlerini “kibir” maskesinin altında gizlemeden. “Tevazu” sahibi bu isimler, evsiz bir çocuğun yanında da, ABD başkanı ile beraberken de aynı tavrı ve samimiyeti sürdürebiliyorlar. Başarının peşinden sadece para için değil, bulundukları alana yapabilecekleri “katkılar” için koşuyorlar. “Rakiplerinden bir raund daha fazla” ringde kalıp, “rakiplerinden bir hamle daha ilerisini” görebiliyorlar. Kısa vadeli başarılara değil uzun vadeli bir “klasikleşme / efsaneleşme” sürecine yatırım yapıyorlar, kendilerine iyi bakıyor, aile ve sosyal hayatlarında son derece tutarlı ve özenli oluyorlar. “Duruşları” çok istisnai, sürüden hemen ayırt edilebiliyorlar. Hiç vazgeçmiyor ve herkesin “tamam artık bitti” dediği anlarda yine ayağa kalkabiliyorlar.

Zaman ilerledikçe bu etkinlikteki figürlerin hayatımızdan çekildiğini düşünmeye başladım. Belki de beynimiz “soğuk savaş dönemi“nin söylemleri ile formatlanmıştı o yıllarda, her şeye “dualite” doğrultusunda bakıyorduk. Nasıl ABD – Rusya, Batı – Doğu varsa hayatımızda, her alan iki zirveye sahipti, birini tercih edip “özdeşleşmek” zorunda idik, ya da en azından bir “denge bulmak veya kurmak”. Halbuki bugün seçeneklerimiz çok fazla, hayatımıza giren makina – ekipmanın, kullandığımız teknolojinin, bilgiye erişim kaynaklarımızın, iletişim imkanlarımızın haddi hesabı yok. 20 – 30 yıl öncesinin yetenekleri mi artık tükendi, yoksa biz mi imaj ve bilgi bombardımanı altında “seçebilme ve aynalayabilme” yeteneklerimizi kaybettik?

İnsanoğlu her alanda; kitleleri peşinde sürükleyen, farklı ve nev-i şahsına münhasır olan, tutkulu, enerjik, yıkılmayan doğru örneklere ihtiyaç duyuyor. Bu örnekler “kişinin kendini bulması” macera ve yolculuğunda birer “deniz feneri” işlevi görüyorlar.

İlk gençlik yıllarımdan bu yana yani yaklaşık son 20 – 25 yılda ilgi ve odaklanma alanlarım çok değişti doğal olarak. Ama bakıyorum da hala satrançta bir Karpov, futbolda bir Rummennigge, müzikte bir Chris de Burgh, teniste bir yeni Federer arıyorum. Körü körüne bir “şöhret hayranı” olacak yaşı çoktan geçtiğime ve hiçbir zaman bu tür bir kişiliğe sahip olmadığıma göre, nedir acaba bu arayışın arkasındaki gerçek ??

Galiba o zirvelerde “karakter ve duruş olarak beni temsil ettiğine, beni yansıttığına” inandığım, böyle olmasını ümit ettiğim kişilikleri görmek istiyorum. Çok da makul ve insani bir istek, değil mi?

Selamlar;

Lütfullah Kutlu

2 Aralık 2011 – Cuma / 16:50

About LÜTFULLAH KUTLU

Boğaziçi Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu, "İş İşten Geçmeden" kitabının yazarı, yönetim danışmanı, profesyonel yönetici, evli, çocuk sahibi, insan olma sorumluluğunun bilincine varmaya çalışan...
Bu yazı İŞ YAZILARIM içinde yayınlandı ve , , , , , , , , , , , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın